Geçtiğimiz haftalarda 2017'nin ilk tasarım etkinliği Maison&Objet'yi takip etmek için Paris'teydik. Fuar süresince seçkimizi in-between live altında instagram hesabımızdan paylaştık. Maison&Objet'yi bu sene 85.825 kişi ziyaret etti, 2.871 sergi katılımcısı vardı. Bu rakamlardan bahsetmemin sebebi, bu yazının bir fuar seçkisi olmayacağı; günümüz eğilimlerini yorumlamak ve karşılaştırmak üzerine bir derleme olacağıdır.
Maison&Objet 2002’den beri, yükselen tüketim ve yaşam tarzı değerlerini analiz ettiği bir tema çerçevesinde bir konferans serisi, sergi ve bir kitap yayını gerçekleştiriyor.
Yoğun ve sürekli bir biçimde görsel ve işitsel bilgi bombardımanına tutulduğumuz, iletişimin isteğimiz dışında her an mümkün kılındığı bir döneme dur diyen sesler duyuyorduk elbette. Yalınlığa olan ihtiyacın hayati önem kazandığı bir zamandayız. Maison&Objet’nin bu seneki teması çok şaşırtıcı olmamakla birlikte, bir araya getirdiği isimler ve işler açısından incelemeye değerdi.
Sesi ya da sessizliği maddeleştiremezsiniz. Gürültü belki maddeleşmek anlamında günümüz medyası ile anlam bulan bir kavram olabilir. Maison&Objet’nin bu seneki sergisinde ise “Sessizlik” temasının maddeleştirilmesi, küratöryel bir zemin hazırlanarak kurgulandı. Bu içerikte; sessizlik her ne kadar keskin olsa da, korkuyu ortaya çıkaran bir anksiyete kaynağı olarak değil; bireyin ve toplumun kendi içindeki dengeyi yakalamasındaki en büyük etken olarak ele alınmış. Tasarımını ve sanatsal direktörlüğünü Elizabeth Leriche’nin yaptığı sergi; sessizliğin modern formlarına odaklanıyordu. Sergi mekanı, kitap ve konferans alanının içinde bulunduğu alan; fuar içinde de bir boşluk, mola alanı gibi tasarlanmış. Görsel ve işitsel bir gürültü yığını ile başlayan sergi, sonunda, sanatçı ve tasarımcıların bir araya gelerek hazırladıkları sakin kompozisyonlarla son buldu.
Piero Lissoni'nin Glass Italia için tasarladığı Commodore ve Tora Urup'un silindir cam objesi.
Özellikle de bir tasarım fuarında binlerce obje içerisinde olduğunuz birkaç günde; fuardaki mevcudiyetinizi daha doyurucu hale getiren bir sergi ile karşılaşıyorsunuz; 8 salona yayılan fuardan bağlantısız, kopuk kalarak. Sessizlik; bağlantısızlık çerçevesinde ele alınırsa; bir objeye bağlı kalmamak; özgürlük ile eş anlamlı, dengenin ve yaratıcılığın kaynağı olabilir mi? Sergideki çalışmalar bağlı kalmamayı, kopukluğu teşvik eden, ama kendi içlerinde uyumlu birer kompozisyon sundu.
Pierre Emmanuel Vandeputte’nin tasarladığı Nascondino; kişisel alanlar arasında, saklambaç oynar gibi samimi bir sessizlik sağlayan bir adayı temsil ediyor.
Fotoğraflar: Govin Sorel
1. Guillaume Delvigne'in tasarladığı granit ve reçineden yapılmış tabure. Fotoğraf: ©Tools galerie
2. El yapımı, üfleme cam vazolar. Fotoğraf: © Matteo Gonet
3. Modern insan oyuncakları, Elementary. Fotoğraf: ©Kotaro Kanai
1. Deep sea, Nendo. Fotoğraf: ©Glas Italia
2. Meditasyon taburesi, Michael Anastassiades
3. Nadia Gallardo, 3 Lunes
Akustik Ekoloji üzerine uzman olan ve 35 yıldan fazla bir süredir doğanın içinde ses portreleri oluşturan Gordon Hempton’ın One Square Inch of Silence çalışması temayı en iyi anlatan, bana göre de fuarın en iyi işiydi.
Dünyayı gözlerimizle gördüklerimizle değil, kulaklarımızla duyduklarımız üzerinden yorumlarsak; bu tükenmez bilgi akışında, sessizlik bir lüks değil, gereklilik; hatta hayatın özü olabilir.
Hempton, korunmayan ve hızla ortadan yok olan seslerin kaydını alarak ses mekanları oluşturuyor, sessizliği bir şeyin eksikliği olarak görmüyor, tam aksine sessizliği her şeyin var olduğu nokta olarak tanımlıyor. One Square Inch of Silence; Amerika Birleşik Devletleri’nin en sessiz alanı olarak tanımlandırılıyor. Hoh Yağmur Ormanlarındaki Olimpik Park’ta belirlenen arazi, gürültüden korunan bir alan. Gordon, bu ufak alanı koruyamazsak; millerce alanı da koruyamayacağımızı söylüyor.
Sessizlikten çıkıp, fuardaki seslere kulak verdiğimizde, birkaç başlık altında günümüz tasarımcısının ve tasarım pazarının hal ve gidişatını toparlayabiliriz diye düşünüyorum.
Tasarımcılar ancak savaş yarattıklarında, mücadeleyi kabul ettiklerinde, teşvik edilir, takdir görür gibi keskin bir algı var. Sadece iyi bir ürün tasarlamak buna yetmez mi? Savaş alanı yaratmak gerekli midir? Kim daha çok kişiye ulaşıyor? Bunların her birini farklı bağlamlarda incelemek gerekir.
Sandalye tasarımından bir anda kişisel bakım ürünleri, koku ve parfüm tasarımına geçen Tom Dixon, bunun stratejik bir karar olduğunu; önce iç mekan, sonra mobilya ve daha sonra da bu mekanları tercih eden kişiler için bakım ürünlerine geçtiğinden bahsediyor. Bunların hepsinin sırasıyla olması gerekiyormuş. Dixon’ın 56 ülkeye ihracat yaptığını düşünürsek; bu stratejiyi belki şu şekilde de okuyabiliriz: Kullanıcılara satın alamadığı mobilyalar yerine, satın alabileceği, daha kolay erişebileceği yeni ürünler için çekim alanı yaratmak; ihtiyaçları olmayan, gündelik ölçekteki birtakım objeleri almaları için teşvik etmek.
Fuarda da; üretimde ve satış kanallarında, büyük mobilya firmalarının, tasarım ajanslarının kırtasiye, kişisel bakım ürünlerine geçiş yaptığını, bu yönde yatırımlarını arttırdıkları aşikardı. Bu döngü üzerinden giderek; Nomess Copenhagen, Beyond Object gibi firmaların erişilebilir lüks tüketim ürünlerini, kişisel bakım-ihtiyaç materyalleri olarak üreterek pazarda yerini koruduğunu gözlemleyebiliyoruz.
Maison&Objet’nin her sene genç ve gelecek vaat eden tasarımcıları destekleyen bir sergi alanı var. Bu sene İngiliz tasarımcılara ayrılan bu alanda; her tasarımcıyı, deneyimli başka bir tasarımcı destekledi ve sergi için aday gösterdi. Bu sene genç yetenek seçimi, sessizlik temasına paralel bir söylemi barındırıyor. Genç tasarımcıların hepsi kendi atölyelerinde üretim yapıyor, seri üretim yapmıyorlar ve kendilerini tasarımcıdan ziyade zanaatkar, mobilya yapımcısı olarak konumlandırıyorlar. Daha az gürültü, daha çok zanaat.
Tom Dixon'ın desteklediği Zuza Mengham, atölyesinde reçine kullanarak tasarladığı obje ve mobilyaları üretiyor.
Nigel Coates'in desteklediği Studio Swine, Amazon'daki yağmur ormanlarından edindikleri kauçuk malzemelerden ürettikleri mobilya serisi Fordlandia'yı sergiledi. Fordlandina aslında endüstri ve zanaatin bir arada olma hayali. 1920'lerde Henry Ford'un araba üretiminde kullandığı kauçuk malzemeyi elde etmesi için Brezilya'da inşa ettiği ütopik şehir.
Ross Lovegrove'un desteklediği Giles Miller, tasarladığı yerleştirme, mobilya ve panoları kendi geliştirdiği yüzeylerden ve bu yüzeylere uyguladığı manipülasyonlardan üretiyor. Şimdiye kadar British Airways, Publicis, Selfridges, Stella McCartney, Ritz-Carlton Hotels, Hermes ve Londra Tasarım Müzesi ile işbirlikleri gerçekleştirdi.
Ilse Crawford'un desteklediği Marcin Rusak, atılmış çiçekler ve reçineyi kullanarak, mobilya ve paneller üretiyor.
Jay Osgerby'nin desteklediği Sebastian Cox, üretimin tamamını kendi atlöyesinde gerçekleştiren ve bu şekilde ancak tasarım pratiğini yürütebileceğine inanan biri. Kendini mobilya yapımcısı olarak tanımlıyor. Tasarımdan üretim ve dağıtıma kadar ürünler ile ilgilenen bir ekibi var. Geleneksel ahşap işleme ve üretim süreçlerini bugünün dünyasına yorumlaya çalışıyor: Eliyle kestiği ağaçlardan, kapakları 360 derece dönebilen depolama üniteleri yapması gibi...
Bir yandan üretici firmaların geleneklerini pekiştirdikleri bir alan olarak fuarları ele aldığımızda; markaların tasarımcı işbirliklerini her sene katlayarak devam ettirdiğini görüyoruz.
Her sene Fransa'dan yılın tasarımcısını seçen fuar, bu sene 90'ların önemli profillerden biri olan Pierre Charpin'e yer verdi. Eş zamanlı olarak Galeri Kero'da yer alan sergide de çalışmaları bulunan Charpin, bir retrospektif kadar olmasa da; kendine dert edindiği şeyleri sunabildiği bir alana sahipti. Zanotta, Montina, Alessi gibi markalar ile gerçekleştirdiği işbirliklerinden öte, Charpin, tasarıma daha çok kişisel bir ifade ürünü olarak yaklaşmasıyla fuarın genelinden ayrışıyor. "Tasarım objesi ne zaman müze ve koleksiyon değeri taşır?" noktasında günümüzü temsil eden figürlerden biri. Bir objeyi sadece sınırlı sayıda üretildiği için değil, çağdaş tasarım sahnesinde, işlevsellik kadar somut ve idealize bir gerçekliğe oturmak dışında, subjektif değerler ile birlikte ele alan bir tasarımcı. Bu noktada tasarım sahnesinde koleksiyoner, galerici ve üretici döngüsü arasında uzun yıllara dayanan işbirlikleri başlıyor ve devam ediyor.
Savaş alanı yaratan mı, kendi mücadelesini tanımlayan, taviz vermeyen bir yaklaşım mı daha çok kişiye ulaşır? Bonus bir soru da Charpin'e ithafen gelsin: Tasarımın herkes için "olamadığı" noktalara ne kadar toleranslıyız?