Melike Altınışık ile bugünün mimarlık pratiklerini kendi deneyimleri ve projeleri üzerinden değerlendirdiği bir söyleşi gerçekleştirdik.
Günümüzde mimarlık yapmayı nasıl deneyimliyorsun? Yapay zekâ teknolojisinden bahsederken, bir yandan da insan-doğa arasında köprü kuran, canlı cansız varlıkların sağlıklı yaşamları için geliştirilen permakültür gibi bütünsel tasarım yöntemlerini gözlemliyoruz. Bu ortamda senin mimarlık deneyimini öğrenmekten çok mutlu oluruz.
Mimarlık deneyimim, “teknoloji-doğa-mimarlık” arasındaki ilişkinin tam ortasında duruyor. Dünyayı, insanı, doğayı bir bütün olarak incelemeli, her şeyin tek bir enerji kaynağına bağlı olduğunu her fırsatta hatırlatmalı. Teknolojiyi, başta mimari olmak üzere tüm disiplinlerde, asıl doğanın ve buna bağlı olarak da insanlığın sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik kullanmalı. Mimari alanda belki de şu an kullanılmayan öyle malzemeler tasarlanmalı ve üretilmeli ki doğanın kaynaklarını daha tasarruflu ve akıllı bir şekilde kullanmaya başlayabilelim.
Teknoloji-mimari-mühendislik arakesitinde; disiplinler arası projeler gerçekleştiriyorsun. Tasarım metodolojin Londra ve İstanbul pratiklerin ile nasıl gelişti?
Londra pratiği, disiplinler arası çalışmayı ve uluslararası ekip kültürünü kavramayı; İstanbul pratiğiyse Londra’da öğrendiklerimi uygulamaya dökmemi sağladı. En az mimarlık eğitimi ve pratiği kadar önemli ve kıymetli bir konu bu. Sizi, mimarlığın ve tasarımın tam ortada olduğu çok dilli ve kültürlü bir çalışma sahası bekliyor ve o sahaya antrenmanlı çıkmanız önemli. Bazen, Japoncadan Almancaya Fransızcadan İngilizceye, birden çok yabancı dilin aynı anda konuşulduğu uzun soluklu projelerde kendinizi buluyorsunuz. Sadece dil değil; herkes kendi kültürünü de beraberinde getiriyor o masaya. Tasarımın evrensel bir dili var, bu doğru. Her projenin de üretim/uygulama sırasında kendine has bir dili ve kültürü oluşur, bu da kaçınılmaz bir gerçek. Kendi kültürünü en net ve sade yoldan aktarabilmek, diğer kültürünü yine aynı netlikte anlayabilmek ve ortak dil ve kültürün oluşmasında olabildiği kadar yapıcı bir rol üstlenmek, en az mimarlık eğitimi ve pratiği kadar önemli; kariyer belirleyici unsurlar.
Şehirler ile ilgili yakın gelecekte göç kaynaklı nüfus artışına dayalı çeşitli senaryolar mevcut. Sence geleceğin şehirlerinin öncelikleri neler olacak?
Göç kaynaklı nüfus artışı, barınma ihtiyacında sayıca artış kadar kültürel farklıların da çoğalmasına neden olur. Göçe maruz kalan kentlerde, gettolaşmanın aynı hızla arttığını görüyoruz. Kültürel farklılıkların kendi özelliklerini kaybetmeden bir arada yaşamalarını, birbirlerinden beslenerek ortak bir kültür ve dil yaratmalarını sağlamak büyük kentlerin birinci gündem meselesi olmalı. Meseleye mimarlık disiplininden bakacak olursak… Bu noktada, kamusal alanlara daha kritik ve mühim görevler düşüyor. Şehirlerin geleceği “herkese yönelik” tasarlanan kamusal alanların elinde olduğuna inanıyorum.
Büyük kentlerde vapur, metro gibi toplu taşıma alanlarının dışında farklı kültürlerin birbiriyle etkileşime girebildiği sınırlı alanlar var. Parklar, bahçeler bile sosyal sınıflara ya da coğrafi konuma göre kendi kitlesine hitap edecek şekilde tasarlanmış durumda. Istanbul TV& Radyo Kulesi için ön araştırmalar yaparken, sadece çalışmamızı mimarisi, tekniği ve teknolojisiyle sınırlı tutmadık; kuleyi aynı zamanda bir “kamusal alan” projesi olarak ele aldık. “Kamusal alan nedir, ne olmalıdır, yeni düzende ve değişen toplum dinamiklerine göre yeniden nasıl tanımlanabilir” gibi sorular etrafında uzun süre çalıştık; hem akademik hem sosyolojik açıdan yaklaştık.
Senin de daha önceki konuşmalarında bahsettiğin gibi İstanbul'da teknolojinin gecekondulaştığı bir kent silüeti görmek mümkün. Bu noktada Istanbul TV ve Radyo Kulesi projesinin; kentsel estetik değer, mimari değer ve işlevsel değer anlamında İstanbul'a katacaklarını bizimle paylaşabilir misin?
Her mimari yapı bir önerme taşır aslında. Bu önermelerden hangilerinin sağlıklı, sağlam ve yapıcı olduğunu, akademik araştırmalar ve bilimsel kanıtlar ışığında bize tarih söyleyecek.
Istanbul TV ve Radyo Kulesi ise, yüzü geleceğe yönelik, mimarlık uygulamalarında gelinen noktayı özetleyen bir proje. Dış cephesinden en ince kıvrımlarına kadar tamamı, kentin doğası, bölgenin topografya özellikleri ve rüzgâr verileri baz alınarak tasarlandı. İstanbul doğasının ve Çamlıca rüzgarının modern bir portresi aslında.
Bugün kule, birçoğuna göre kentin siluetine “fazlasıyla fütüristik” kaçabilir. Oysa tekniğini, hikayesini ve önermesini incelediğinizde “en İstanbul duran, İstanbul kokan” yapı olduğunu iddia edebiliriz. Neticede “kent silueti” olarak özetlediğimiz kavram da yıkılıp yeniden tanımlanmak zorunda. Teknoloji nasıl günlük hayatta kullandığımız dili değiştirdiyse, mimari bir yapının bulunduğu kentin ruhunu ifade etme biçimini de etkiliyor. Yeni teknoloji, bize İstanbul’un doğasına, coğrafyasına ya da geçmişine dair verileri kullanarak, İstanbul’u daha iyi tanımlayan mimari yapılar tasarlamayı sunuyor. Bu olanakları sonunu kadar değerlendirmeli.
Çamlıca TV ve Radyo Kulesi ve Seul Robot Bilimi Müzesi projelerinde; doğa-teknoloji-mimarlık arasındaki bütünlüğü yakalamak adına nasıl bir tasarım süreci geçirdiniz?
MAA’dan çıkan her proje, çizim ve fikir doğa olaylarıyla yakından ilişkili. Doğa, mimarlığın başlangıcı, dünyanın baş mimarı; ondan öğreneceklerimiz asla bitmez. Ne kadar usta bir mimar olduğunu anlatmak için bir ağaç düşünün: Kökünün olduğu yer ve bulunduğu toprakla ilişki, o ağaca kendi karakterini verir. Benim aklıma gelen ilk örnek, Yemen’in Socotra adasında karşımıza çıkan ortalama 500 yaşındaki ‘Dragon Blood’ ağacı. Aslen ağacın kendi bünyesinde barındırdığı tüm yapısal ve strüktürel sistemsel özellikler ile bir yandan zemin ile güçlü bir bağ kurabilmesi, diğer taraftan ise başka canlılar için bir yaşam merkezi oluşturabilmesi, C02 ve su ile beslenmesi, gölge oluşturabilmesi, tüm sistemlerin bir harmoni çevresinde birleşmesi ile bütüncül bir ahenkteki ihtişamı ile asırlar boyunca karşımızda duruyor olabilmesi….
Bir yapıyı, binayı da doğadan bağımsız düşünmek, tasarlamak ve yaratmak teknik olarak imkânsız. Topografyayı doğru okumakla başlıyor hikayeler. Yer ne istiyor? Bunun cevabını biraz da doğadan öğrendiklerimiz ve manzaradan gördüklerimiz şekillendiriyor. Asıl tasarım kurallarını, bu görünmeyen güçler oluşturuyor. Ancak bu öğretileri metaforik bağlamda görsel bir yüzeysellikle yapmak yapılabilecek en büyük yanlış. İşin özünde sistemleri, matematiği ve analitik ilişkiler bütününü anlamalı. Çoğu zaman bu durum tasarımlarımızda ‘süreklilik’ kavramı olarak da yer alabiliyor. Çoğu zaman süreklilik mekânsal olur iken kimi zaman malzemenin sürekliliğine veya formal sürekliliğe dönüşebiliyor.
Malzeme araştırması MAA tasarımlarında oldukça önemli. Çamlıca TV ve Radyo Kulesi’nde kullanılan cephe malzemesi de özel üretimdi. Malzeme seçiminde senin için önemli etkenler neler? Bu deneyleri yaparken neleri göz önünde bulunduruyorsun?
Dışarıdan gördüğünüz eğrisel bir yapısının/kabuğunun meydana gelmesi için, her biri birbirinden farklı iki adet beş yüze yakın panel tasarlandı. Deney aşamalarındaki en önemli kriterimiz her zaman “sadece gerektiği kadar malzeme” olmuştur. Gereksiz süse, abartıya; ihtiyaçtan daha fazla alan tasarımına ve buna bağlı olarak malzeme üretimine yer vermiyoruz. Doğayı referans alınca bu hassasiyetler ve kurallar zaten kendiliğinden “vazgeçilmezin” oluyor.
Büyük ölçekli mimari projelerin yanı sıra Mimmel ile obje ve mobilya ölçeğinde de çalışmaların var. Bu geçiş düşünme ve tasarlama biçimine nasıl yansıyor?
Mimmel, özünde “pattern” olan, üç boyutlu düşünen, geometri seven, doğadan ilham alan ve doğanın matematiği üzerinden beslenen ‘bir birimin tekrarı’ anlayışıyla ilerleyen bir marka. ‘Ürün’ ve ‘koleksiyon’ anlayışı esnek. Ortaya çıkan ‘pattern’in kullanıldığı, uygulanıldığı ürün koleksiyona ve senesine göre değişiyor. Ürün özgün bir masa, mum, tekstil vb. bir tasarım olabiliyor.
MAA’nın da Mimmel’in de tasarım felsefesine göre tasarım aslında ölçeksizdir ve tüm disiplinlerin üstünde bir ölçek olmalı; aynı zamanda, farklı okumalara açık olmalı, içinde farklı kodlar taşımalı. Bu da ancak birçok disiplinin birbirleriyle uyum içinde tamamlanmasıyla ortaya çıkabilir. Esas olan, tasarımın birey, toplum ve doğayla kurduğu, kurması gereken ilişki. Tasarımda her şey birbirine dönüşebilir.
Tasarımlarımızda doğadan öğrenerek işin özünde sistemleri, matematiği ve analitik ilişkiler bütününü anlayarak yenilikçi tasarımlar üretiyoruz. Tasarımdan ürüne bilginin aktarılmasında dijital fabrikasyon yöntemleri ilk olarak sürece dahil oluyor. Bu anlayışla yola çıkınca mimarlıkla paralel olarak hangi ölçekte ne tasarladığınızın- küçük obje, dekoratif ürün ya da mobilya – pek bir önemi kalmıyor.
MAA olarak mimarlık dışında mimarlık kültürüne katkıda bulunacak yayın, etkinlik, klüp gibi oluşumlar içerisindesiniz. Türkiye'de mimarlık kültürünün aktarılması ve mimarlar dışında da paylaşılması konusunda önümüzdeki dönemde neler yapacaksınız?
Mimarlık kültürünü daha ulaşabilir ve herkes tarafından anlaşılabilir kılabilmeyi önemli buluyorum. Karşılıklı bir kazanım var orada. Ne kadar farklı disiplinlerden insanları mimarlık kültürüne dahil edersek biz de o kadar zenginleşiriz. Dilimize, üslubumuza, internet sitemiz için çalıştığımız editöryel içeriklere, katılımını herkes açık tuttuğumuz ofisteki konuşma etkinliklerimize ve konuklarımıza da yansıyor bu amacımız. Farklı disiplinlerden yaratıcı zihinlerle çalışarak bu içeriklerin ve etkinlik serilerinin sayısını arttırmayı planlıyoruz.