İstanbul Tasarım Bienali Direktörü Deniz Ova ile, İstanbul Tasarım Bienali’nin Türkiye’de ve globalde açtığı başlıkları ve bugünün salgın gündeminde tasarımın araç veya aracı olarak yaklaşım geliştirme, empati kurma misyonundan bahsettik.
Röportaj: Özge Adanır
Bu sene İstanbul Tasarım Bienali’nin 5.’si gerçekleşecek. Sizce, Türkiye’de ve dünyada tasarım bienalinin nasıl bir etkisi var? Nasıl bir konuma sahip?
Tasarım alanında farklı düşünme biçimlerinin önünü açtığına inanıyorum. Farkındalık yaratıyor. Kendi mikrokozmosumuzdan başlayarak tasarımla ilgili bütün düşüncelerin tersten okumasını yapıyoruz. Bu bakımdan ezber bozan bir yol seçtik. Bienali tasarımın mutfağına bakan, tasarımla ilişkili alanları tekrar anlamayı ve farklı disiplinlerin nasıl bir arada ürettiğini anlatmayı hedefleyen bir platform olarak kurguluyoruz. Bunu genişlettiğimizde sanayiye de yansıdığını görüyoruz. Yine üretim yapılıyor ama sürdürülebilirlik üzerine biraz daha düşünmek, farklı ilişkiler kurarak değişim yaratmak mümkün. Örneğin eleştirel düşüncenin merkezi akademide sürekli bir değişim söz konusu. O nedenle bienalin akademiyi de tetiklediğini, bir buluşma ânı yarattığını düşünüyorum.
Uluslararası alanda da iki etkisinin olduğunu düşünüyorum. Birincisi Türkiye’de bir tasarım dünyası olduğu, tasarım konuşulduğu fark edildi. Sonuçta Türkiye’de çok az marka tasarımla anılıyor. Çok az tasarımcı tanınıyor. Bu alanda çalışan ciddi bir kitle olduğunu gösterdik, üretim yapan sanayiyi ve bu doğrultuda dönen tartışmaları görünür kıldık. Bununla beraber tasarım dünyasının birçok aktörü, ayrıca mimarlar, küratörler ve akademisyenler, bienalin ne kadar farklı bir platform açtığının ve tartışmaların yeni söylemler yaratmaya yardımcı olduğunun farkında. Burayı gözlemliyorlar, sonra da geliyor ve buradaki özgür alanı kullanmanın heyecanıyla bizimle çalışıyorlar.
Tasarım etkinliklerinde belirli bir tekrar var. Çoğunlukla en güncel tasarımlar, malzemenin ve teknolojinin nereye gittiği konuşuluyor. Tasarım bienali bunun ötesinde bir hayal kurmaya aracı olabiliyor. Bienalde ürün de gösteriyoruz, malzeme araştırması da. Bunun dışında kenarda köşede kalan, tasarım endüstrisinde hiç yansıması olmayan küçük bir fikri de gösterebiliyoruz. O fikri araştırdığımız süreç boyunca ortaya bambaşka bir şey çıkabiliyor. Bienale, bu geniş yelpazeyi gösterebildiğimiz ve tartışabildiğimiz bir alan olarak bakıyoruz. Bizim akademisyenlerle, küratörlerle, profesyonel tasarımcılarla yaptığımız konuşma hep bu çerçevede oluyor. Tasarım bienali bu anlamda, başladığından beri çok tekil ve kendine has bir platform. Başka tasarım bienallerine nazaran daha eleştirel bir noktadan başladığımız için fark yaratabildik. Aslında 50 yıldır yapılan tasarım bienalleri de var. Onlar daha çok sektöre odaklandıkları için bir noktada tıkanıklık yaşıyorlar. Şu an herkes tekrar düşünüyor. Zaten tasarım kendini tekrar düşünmek zorunda. Sürdürülebilir bir hâli kalmadı. Biz bu farkındalıkla iyi bir noktadan başlayıp tartışmanın içine dahil olduk. Bu tartışma kendi dünyamızla sınırlıymış ve karmaşıkmış gibi görünse de aslında değil. İçinde bulunduğumuz an bir değişim ânı, tasarım bienali de konuya çok güzel bir yerden girdi. Bir sonrakinde ne olacak bilmiyoruz, ama yine de tartışmanın tam ortasında olduğumuzu hissediyorum.
Tasarım Ziyaretleri: Buşra Tunç, Ömer Pekin, Ufuk Barış Mutlu, Mesut Öztürk
Fotoğraf: Elif Kahveci.
Tasarım Bienali’nde hem amatörleri hem profesyonelleri bir araya getirerek hiyerarşik yapıyı kırıyorsunuz. Sizce bu yapının yöntemler ve süreç üzerinde ne gibi etkileri var?
Hiyerarşik yapının kırılmasının, katılımcı bir süreci doğurduğuna inanıyoruz. Buna sürdürülebilir bir kurgunun parçası olarak bakabiliriz. Önümüzde çok bireysel ve tekil hâle sokulan bir insan modeli var. Toplumdan uzaklaşıp kendisini düşünen ve çevresiyle daha az iletişim kuran bir insan modeli oluştu ama bir yandan da toplumsal faydaya karşı duyarlı, yaptığı şeylerin etkisini daha çok düşünen, paylaşımcı bir insan kitlesi yetişiyor. Büyük şehirlerde insanların tekil yaşadığı modülleri bırakıyor ve tekrar kolektif modüllere dönüyoruz. Sanatçılar, tasarımcılar daha kolektif bir şekilde çalışmaya başlıyor. Birliktelikten beslenip daha güçlü, bilinçli, sürdürülebilir bir şekilde ilerlemeye çalışıyorlar. Ortak çalışma alanları oluşuyor. ATÖLYE gibi topluluklardan bahsetmeye, farklı disiplinleri içinde barındıran oluşumlardan beslenmeye başladık. Bunun tasarım dünyasına da yansıdığını düşünüyorum. Tasarım tek başına, masa başında yapılmıyor. İletişim olması gerekiyor. Sadece kendimiz için bir şey yapmıyoruz. Birçok insanın eline alacağı, belki üzerine oturacağı veya sürecin parçası olacağı bir şeyden bahsediyoruz. Buna tek başına karar verilmemesi gerekiyor.
4. İstanbul Tasarım Bienali Sergilerinden bir seçki.
Soldan sağa: Suda Umut, SO? ve katkıda bulunanlar, İstanbul Tekno-turizmi, Ana Peñalba, Zamanı Google’da Durduran Dokumacılık, Emelie Röndahl ve katkıda bulunanlar, Nesnelerin Hayatı, ECAL X MacGuffin Magazine. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz.
Tasarım Bienali, özellikle Okullar Okulu ana başlığıyla düzenlenen 4. edisyondan sonra bir öğrenme platformuna evrildi. 6 haftalık bienal süresi dışında da devam eden bu etkileşimi ve sürekli öğrenme halini nasıl yorumlarsınız?
Aslında İstanbul Tasarım Bienali, kuruluşundan beri bir öğrenme platformu. Eleştirel bakış ve tasarımı başka bir noktadan okuma önerisi hep ön plandaydı. 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde öğrenme ve tasarım pedagojisini ön planda tuttuğumuz için ilk defa öğrenme platformu olarak adlandırdık. Aslında sürecin tamamı öğrenme yolculuğunun bir parçası.
Her bienalde biz de seyircimizle birlikte yeni şeyler öğreniyoruz. Bunun pedagojisini düşünmeden yapmıştık. Şimdi yeni kitlelerin, öğrenme platformu yapısını biraz daha fark etmesini sağladık. O yeni kitlelerle beraber bienalin nasıl şekilleneceğini keşfediyoruz. Bizim için farklı bir öğrenme süreci başladı diyebilirim.
Burası akademik bir platform değil. Bir üniversite veya kurs değiliz. Bir pencere açıyoruz ve yeni bir şey öğrenmeye teşvik ediyoruz. Başka bir yolun varlığını göstermek önemli. “Pencere” kelimesini kullanıyorum, çünkü bunu kısa bir süre için yapıyoruz. Fakat sergi kapanmış olsa da pencere hiç kapanmıyor ve tartışma devam ediyor. Belki seyirciden bir noktada kopmuş oluyoruz, ama tartışmayı sürdürüyoruz.
4. İstanbul Tasarım Bienali’nin Genk’te bulunan yaratıcılık merkezi C-mine’daki sergilerinden bir seçki.Fotoğraflar: Selma Gürbüz
4. İstanbul Tasarım Bienali Fransa’da Luma Arles, Belçika’da Z33 – Güncel Sanat Evi, son olarak da Portekiz’de Young Curators Lab – Fiction Practice kapsamında tartışılmaya devam etti. Tasarlamanın sonu olmadığı gibi, tartışmanın da sonlanmadığını görüyoruz.
4. İstanbul Tasarım Bienali’nin bu kadar çok gezmesi ve etrafındaki tartışmanın devam etmesi çok güzel. Birinci Porto Tasarım Bienali’nde Fiction Practice atölyesi gibi çalışmalarla yazılan kitabın tekrar kullanılması ve içeriğinin tartışılması çok önemli. Biz İnsan Mıyız? başlığıyla düzenlenen 3. İstanbul Tasarım Bienali de aynı şekilde, küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley sürekli Are We Human? projesinin farklı ayaklarını geliştiriyorlar, tartışma devam ediyor. Bitmemesi çok önemli. Tek biten şey sergi oluyor, program yavaşlasa da devam ediyor.
10 yılın sonunda bienallere geri baktığımızda ve yeniden değerlendirdiğimizde anlattığımız hikâyeye bakmak, tasarım tarihinin 10-20 senelik bir aralığına bakmak gibi olabilir. Tasarım tarihi de hep farklı bakış açılarından yazılmış. Yeni bir kitap okudum, Alexandra Midal’in yazdığı Design by Accident: For a New History of Design. Tam da bunu tartışıyor. En büyük eksikliğimiz şu an Türkiye’de yeterince yazının, kaynağın olmaması. 3. Tasarım Bienalinde başlayan Türkiye Tasarım Kronolojisi | Deneme çalışmasını farklı formatlarda devam ettirmek, ortaya 10 yıl sonra üzerinde tartışabileceğimiz bir arşiv çıkarılabilmesi çok güzel olur.
4. İstanbul Tasarım Bienali Luma Sergilerinden bir seçki. Fotoğraflar: Joana Luz
Soldan sağa: Andrea Karsch, Ebru Kurbak, Gökhan Mura, Nur Horsanalı
Dört bienali geri bıraktıktan sonra, kendi deneyiminizden yola çıkarak, bugünün tasarım yaklaşımı hakkında ne söylersiniz?
Genç nesilde yeni bir pratik oluşmaya başladı. Kolektif çalışmayı çok daha fazla görüyoruz. 1. İstanbul Tasarım Bienali’nde bizimle bir proje yapan genç bir tasarımcı şu an belki profesyonel dünyada çalışıyor, ama klasik üretimin dışında araştırma temelli bir iş yapabiliyor. Araştırmaya önem veren, yaptığı işin çevresel etkilerini, sosyal faydasını ve sürdürülebilirliğini düşünen yaklaşımlar oluşmaya başladı. Salt estetik üretimin sonu geldi. Seyircinin de bunu fark edip tüketmeye farklı yaklaşmaya başladığını görüyoruz. Tasarım bienalinin bu noktada seyirciye yeni bir dünya açtığını düşünüyorum. Özellikle Antroposen konusu 3. İstanbul Tasarım Bienali’nde tartışıldığında şok etkisi yaratmıştı. Her ne kadar plastik tüketiminin, teknoloji kullanımının etkileri biliniyorsa da, sosyal ve toplumsal etkileri doğrudan göz önüne serildiğinde seyirciyi şok ediyor ve tüketimi yeniden düşündürüyor.
Bazen çok karmaşık konulardan bahsediyormuşuz gibi bir algı oluşuyor, ama hiç de öyle değil. Aksine, bunlar tam da günümüzün içinden konular. Üçüncü nesil bir kahveciye gidiyorum, çünkü dürüst ticaret olduğunu düşünüyorum. Plastik veya kâğıt bardak değil, seramik veya cam bardak kullanıyorum. Bunlar gündelik şeyler. Tasarım da gündelik hayatın içinde. Bienalde konuştuğumuz konu da gündelik hayatta olup perde arkasında kalan unsurları ortaya çıkarmak. İnsanlar bu şekilde iletişim kurduğunda değişme eğilimi gösteriyor. Kullandığınız nesnenin etrafında bir farkındalık yaratılamıyorsa değişim de sağlanamaz. Değişim en küçük noktada başlıyor. Çok büyük hareketler olması gerekmiyor. Bir ailenin evde yarattığı değişim bazen büyük bir şirketin veya akımın yıllarca oluşturmaya çalıştığı etkiyi bir anda adım adım gerçekleştirebiliyor. Bu ufak değişimlerin yayılabileceği etkiler oluşturmamız gerekiyor.
5. İstanbul Tasarım Bienali – Empatiye Dönüş, açık çağrı görselleri. Fotoğraf: Başak Tuna, Naz Şahin.
Tam bu noktada, tasarımın paylaşımcı olduğunu söyleyebiliriz. 5. İstanbul Tasarım Bienali’nin bu başlığı, Empatiye Dönüş: Birden fazlası için tasarım, günümüzle çok ilişkili. Bu tema nasıl oluştu?
Empati, küratörümüz Mariana Pestana’nın üzerinde çalıştığı bir konuydu. Daha önce birkaç projesinde doğa ve insan olmayan türlerle ilişkiyi düşünmüştü. Biz de fikri ilk duyduğumuzda çok etkilendik. Çünkü empati, hepimizin ihtiyacı olan bir şey. Özellikle tasarım alanına bakınca çok farklı boyutlara gidebiliyor. İnsan etrafında tasarlamak dışında, çevreye ve insan olmayana da bakarak daha kapsayıcı bir bakış açısıyla tasarlamak önemli. Bunun için de teknik söylemlerin dışında duygusal bir bağın da kurulması gerekiyor. Empatiyi ve tasarımı bir araya getirici bir unsur olarak tartışıyoruz.
Bienal, Mutfak ve Gözlemevi adlı iki farklı mekâna yayılacak. Sofrayı, etrafında buluştuğumuzda bizi bir araya getiren, empati kurmak için gerekli iletişimi sağlayan bir arayüz olarak görebiliriz. Alışkanlıklarımız, fiziki tasarımların etrafında oluşuyor. En basitinden yuvarlak, kare, dikdörtgen masa kullanıyoruz. Bunu nasıl kırabiliriz? Bunu kırdığımızda bir araya gelişimizi farklılaştırabilir miyiz?
Teknolojiyi düşündüğümüzde de böyle. Makinelere düşünmeyi öğretiyoruz, bir noktada bazı şeyleri insanlardan daha iyi yapacaklar. Biz onlara duygu yüklemeye çalışıyoruz, makineler ve insanlar arasında empatiden bahsetmeye başladık. Bunun bizi nereye götüreceğini gözlemlemek gerekiyor. Gözlemevi’nde hangi noktalarda bunun kullanıldığını veya kullanılmaması gerektiğini düşüneceğimiz bir sergi olacak. İnsanın makine ile kurduğu ilişki kurulurken korku mu baskın olmalı, yoksa güven mi? İki taraflı olabilecek mi bu ilişki? Bunlar üzerine düşünmek gerekiyor.
Tasarımın hayatımıza sosyal, politik, ekonomik, çevresel açılardan direkt ve dolaylı etkilerini görebiliyoruz. Bu noktada tasarımın politik duruşu ve sorumlulukları hakkındaki görüşünüz nedir?
Tasarımın politik duruşu denildiğinde aklıma hep Victor Papanek geliyor. Özellikle 1970’li yıllardan sonra başlayan bu tartışma, şu an tekrar gündeme geldi ve üzerine düşünmemiz gereken bir konu. Örneğin tasarımcılar doğaya saygılı bir ürün ortaya çıkarıyor, insanlar da bunu tüketiyorsa, burada malzeme seçiminden, o malzemenin geri dönüşümünden, bu malzemenin üreticisine olan etkisinden, üreticinin yarattığı ekosistemden bahsediyoruz, hepsi bu siyasanın bir parçası. Tasarım nesnesinin etrafındaki ekosistemi düşündüğümüz zaman ne kadar politik olduğunu anlayabiliriz. Tasarımın çeşitli katmanlarının ve etkilerinin okumasını yaptığımızda siyasasını görebiliriz. İnsan topluluğunun bir araya gelişi, ilişki kurma kuralları, nesne ile iletişim, tüketimin kuralları, hepsi bunun parçaları. Burada bir hareket oluşturulabilir.
Sadece nesneyi ele almak da doğru değil. Örneğin uygulamalar da tasarımın parçası. Facebook, Instagram gibi sosyal medya mecralarını düşünürsek, iletişim kurmanın nasıl farklılaştığını ve yeni hareketlerin nasıl buralardan başladığını görebiliriz. Papanek 1970’li yıllarda Design For The Real World kitabını yazdığında bu kadar geniş çapta bir etkisinin olacağını düşünmüş müydü bilmiyorum, ama kesinlikle tartışılması gereken ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.
Tasarım, bugün karşı durduğu şeye karşı bir politika geliştirebilir mi?
Dünya her gün değişiyor. Eskiden bu süreçler daha uzundu. Dünya bir günde hiç beklemediğiniz yönde gelişebiliyor, bu noktada da görüşlerinizi ve yaklaşımlarınızı değiştirmekten çekinmemeniz gerekiyor. Yanlışları tanımlamadığımızda doğruları görmekte zorlanıyoruz. Her şeyin söylediğimiz gibi doğru olduğunu düşünürsek, yaptığımız hataları göz önünde bulundurmazsak ilerleme kaydedemeyiz. Matematik problemi gibi düşünmek lazım.
Bu durum teoriler için de geçerli. Sürekli sağlamasını yapmalısınız. Bundan 20 sene önce dilbilimde kabul gören şeyler şu an yeniden değerlendiriliyor. Beynin nasıl çalıştığı ve nasıl dil öğrendiğimiz hakkında sürekli yeni fikirler oluşuyor. Tasarımın tanımı da değişiyor. Zaten günlük hayatın bu denli içindeyken değişmemesi mümkün değil. 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin küratörü ve Okullar Okulu’nun mucidi Jan Boelen tasarım pedagojisi hakkında konuşurken ve tasarım eğitiminin değişmesi gerektiğini söylerken, bizim bir teknikten öte bir yaklaşım öğretmemiz gerektiğini söylüyordu. Bu sadece tasarım için geçerli değil. Bir soruna veya konuya yaklaştığımızda belirli bir tutum geliştirmemiz gerekiyor. Sonuca ancak böyle gidebileceğiz.
İstanbul Tasarım Bienali başka şehirlerde de yer alacak mı? Gelecekte buna yönelik planlarınız var mı?
Türkiye’de bienalin farklı noktalarda var olabilmesi çok güzel olur. Fransa’ya ve Belçika’ya gitmesi çok büyük bir lükstü. Jan Boelen’in uzun süredir birlikte çalıştığı bu iki kurumdan destek aldığımız için serginin oralara gitmesi mantıklıydı. Tekrar gezici bir sergi olarak kurgular mıyız, emin değilim. İstanbul’da bir sergi yapıyoruz ve etki alanı yine İstanbul. Bırakacağı izin burayla ilgili olmasını hayal ediyoruz, herhangi bir yerde yapılabilecek bir bienal olmaması gerekiyor.
Bununla birlikte bienalin bir ayağı başka bir şehirde olabilir. İstanbul’dayken herkesin gelip gezmesi mümkün olmuyor, o nedenle bir parçasını başka bir yere taşımak çok güzel olur. Bunlar imkânlarla da ilişkili. Türkiye’nin dört bir yanından soru alabilmek ve oralara birer tohum ekebilmek çok önemli. Bu deneyimi nasıl genişletebileceğimiz, üzerine düşündüğümüz bir konu.
Şu an içinde bulunduğumuz global salgın krizi, sonrasında tasarım tartışmasını, üretim biçimlerini nasıl etkileyecek sizce?
Salgın öncesi yaptığımız söyleşide anlattıklarım geçerliliğini korumakla beraber, değişimi hızla yaşayacağımızı düşünüyorum. Üretim biçimlerinin nasıl değişeceğini söylemek için henüz çok erken, hâlâ eskiye veya “normale” döneceğimizin hayalini kurabiliyoruz, ancak uyandığımızda bunun mümkün olmadığını anlayacağız. Tüketim alışkanlıklarımızın şimdiden değiştiğini, değer algılarımızın yeniden şekillendiğini görebiliyoruz. Hayatı ve sistemi bu kadar hızlı ve şiddetli bölen veya altüst eden bir etkenin toplumsal olarak nelere yol açacağını iyi okumamız gerekiyor. Algılarımız çoktan açıldı ve herkes yeni bir dönemin haberini bekliyor, ancak bu yeni döneme maalesef çok sancılı gireceğiz, bunun ekonomik ve politik etkilerini uzun süre hissedeceğiz. Global bir dünyada ülkelerin yeniden içine kapandığı, uluslararası ilişkilerin askıya alınabildiği bir dönemde aslında ne kadar çok birbirimize bağlı olduğumuzu fark edeceğiz. Bazı sektörlerin kaybolup her türlü kaynağın farklı alanlara kayacağını, hâlihazırda yükselişte olan teknolojilerin daha da etkin olacağını öngörebiliyoruz. Hayatın her alanında yeni modeller ve ağlar yaratılması gerekiyor, daha katılımcı ve birleştirici olabilmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Bu noktada “tasarımın” kendine nasıl bir rol biçeceği çok önemli. Tasarım, bir araç veya aracı olarak empati kurmamıza, yeni sistemleri tasarlamamıza yardımcı olabilir.
Teşekkürler