Yeni serimiz “Çoklu Perspektifler” mimari, kent ve kent içinde insan arasındaki ilişkiyi fotoğrafçılık üzerinden irdeliyor. Fiziksel gerçekliği yansıtan görselin de, gerçekliğin kendisi kadar önemli ve etkileyici olduğuna inanıyoruz. Serimizin ilk konuğu Yoko Naito. Japonya’nın küçük bir kasabasında doğmuş, Tokyo’da okumuş, bir süre New York’ta yaşamış ve şu anda Berlin’de ikamet ediyor. Tüm bu şehirler ve onların kırsal alanlarına yaptığı geziler, fotoğraf serilerinin temel yapısını oluşturuyor.
“Bir Japon, tekniğe önem verirken; New Yorklu görsele ilgi duyuyor, Berlinli ise konsepte dikkat ediyor“
“Unbekown” isimli serinde soğuk kış günlerinde New York sahillerini fotoğraflıyorsun. Yaz aylarını tercih etseydin sonuç nasıl olurdu?
Yaz aylarında etkinliklere katılmak üzere sahile giden çok fazla insan görebilirsiniz. Herkesin aşina olduğu, sıradan bir durum. New York’ta 5 yıl yaşadıktan sonra şehrin kalabalığını barındırmayan, sessiz mekanlar aramaya başladım. Bu, aynı çevrede beklenmedik olan ile farklı çevrelerdeki benzerlikleri irdelemek anlamına geliyor. Çünkü Japonya’da küçük bir kasabada doğdum ve Tokya’da büyüdüm. Dolayısıyla kırsal ile kentsel yaşamlar arasındaki boşluk beni çok etkiledi ve çevrenin kendisine büyük bir ilgi beslemeye başladım. Dünyayı objektif bir bakış açısıyla izlemek isterken, bu esası yakalamak amacıyla sakin bir ortamı tercih ettim.
İnsanların doğal çevreye olan etkisini nasıl tanımlarsın?
Aslında bu etki karşılıklı. Ne insandan, ne de çevreden tek yönlü bir etki oluyor. Örneğin Japonya okyanusla çevrili ve deprem, tsunami, sel, tayfun, yanardağlar gibi birçok doğal felaket sebebiyle sıklıkla zarar görüyor. Doğaya çok değer verirken bir yandan da bu tehlikeler sebebiyle acı çekiyoruz. Ancak bu kaçınılmaz gerçeği sakin bir şekilde kabul ederek hayatlarımızı yeniden kurmaya ve doğa ile birlikte yaşamaya çalışıyoruz. Bu durum, Japonya’da hazırlıklarına başladığım yeni serimin konseptini oluşturuyor. Umarım doğmuş olduğum kasabadan da görseller ekleme şansım olacak.
“In-between” isimli serin, fotoğrafçılığa dair temel yaklaşımını yansıtıyor gibi hissediyorum, sanki fikirlerinin kısa bir açıklaması gibi. Sen ne dersin?
İzlanda’ya ilk seyahatimde doğa o kadar dinamikti ki, açıkcası kendimi biraz boğulmuş hissettim ve bir proje oluşturamadım. Bu deneyim sonrasında, dünyanın üzerinde ve doğanın içinde yaşadığımızı kendime tekrar hatırlattım ve hemen ertesi yıl tekrar İzlanda’ya giderek bu ortamı kavramaya çalıştım. Hem Japonya’da hem de başka ülkelerde birçok kırsal alanı gezdiğim için kendimi doğayı iyi tanıyan biri olarak nitelendiriyordum. Ancak İzlanda tamamen farklıydı. Bu durum, çevreye olan yaklaşımımın bir başlangıç noktası oldu ve senin de değindiğin gibi fotoğrafçılık konseptimin temeli ortaya çıktı.
Tokyo’da fotoğrafçılık okudun. Berlin’e taşındığında vizyonun ve konseptin nasıl etkilendi?
Geçen yıl Berlin’e taşınmadan önce, Tokyo’daki eğitim ve iş deneyimimden sonra 7 yıl kadar New York’ta yaşadım. Bu şehirler arasında hissettiğim farklılık şu oldu: bir Japon tekniğe önem verirken, New Yorklu görsele ilgi duyuyor, Berlinli ise konsepte dikkat ediyor. Tabii ki her birimiz tekniğe de, görsele de, konsepte de özen gösteriyoruz. Ancak farklı köken ve geçmişlerimiz sebebiyle bakış açılarımız da farklı olarak gelişiyor. Batı ülkelerinde çalışan Japon bir fotoğrafçı için bu fazlasıyla merak uyandırıcı ve önemli bir perspektif. Yaşadığım şehri değiştirirken deneyimlediğim kültürel farklılık, öncesinde daha romantik olan tarzımı kavramsal bir duruşa doğru yönlendirdi.
2004 yılından beri fotoğraf çekiyorsun. O zamandan bu yana stil, teknoloji, renk, method gibi konularda nasıl değişiklikler yaşadın?
Tokyo’da üniversite okuduğum dönem tam da filmden dijitale geçiş periyoduna denk gelmişti. Sanırım fotoğrafçılığı film üzerinden öğrenen son jenerasyonlardan birine dahilim. Üniversiteden mezun olduktan sonra her ikisini de kullanmış olsam da, şu an üzerinde çalıştığım fotoğraf stiline dijital kameranın daha çok uyduğunu düşünüyorum ve onunla devam ediyorum.