New York'ta yaşayan Büşra Erkara, editörlüğü; kelimeler ve hayat tarzları için küratörlük olarak tanımlıyor. 2010 yılında Bullett'te yaptığı staj ile medya ve modanın içinde yer almaya başlayan Büşra, son iki yıldır kolaj çalışmalarını Yeldeğirmeni'nde yeni açılan bir galeride sergiliyor.
Büşra ile, şehirde keşfettiği yeni şeyleri duyurmanın ona neler hissettirdiğinden bahsettik. Keşfettiklerini bağımsız yazarlık, editörlük, kolaj ve aynı zamanda pop-up bir kahvaltı projesi ile besleyen ve yansıtan Büşra, şimdilerde bir yemek kitabı ve e-bülten projesi üzerinde çalışıyor.
Seni New York'ta yaşamaya yönlendiren şey ne oldu? Bullett dergisinde yaptığın staj bu hikayenin başlangıcı mı?
Üniversite yıllarında İstanbul’da yaşarken en büyük sıkıntım yaratıcı fikirlerimi hayata geçirememekti. Aklımda hep bir şeyler vardı ama itici bir güce, enerjiye ve bunları paylaşabileceğim bir komüniteye ihtiyacım vardı. 2010 yılının yazında Bullett’taki staj için New York’a geldiğimde istediğim işleri yapmak için burada olmam gerektiğine karar verdim. Bu kadar seneden sonra şehirle ilgili beni hala en çok etkileyen şeylerden biri o zaman farkına vardığım bu “güdü” ve dinamizm. Her şey o kadar hızlı, herkes o kadar hırslı ki; kendi potansiyelinle birebir iletişime girmek zorunda kalıyorsun.
Şu anda yirmili yaşlarımın başında ve İstanbul’da olsam, aynı sebeplerle başka bir şehire taşınma ihtiyacı duyar mıydım bilmiyorum. Bence artık orada da birbirinin farkında olan çok ciddi bir yaratıcı komünite ve hırs var. Bunun en büyük nedenlerinden birinin son üç-dört yıl içinde bile interneti ve sosyal medyayı kullanma biçimimizin değişmesi olduğunu düşünüyorum. Her şey globalleşti ve insanlar bir araya geldi. Bullett’taki staj kesinlikle bu hikaye için çok şanslı bir başlangıç. Medya da, moda da girmenin ve var olmanın zor olduğu endüstriler. Bullett'ta yaptığım staj daha sonra ilk işime dönüştü, markanın adı ve orada yaptıklarımız daha sonraki kapıları açtı.
Sence editörlük insanları farklı fikirleri bir araya getiren zeminler oluşturmak mı? Bu pratiği sen nasıl tanımlarsın? Yaşamındaki yansımaları nasıl oluyor?
Editörlüğü kelimeler ve hayat tarzları için küratörlük olarak tanımlayabilirim. Benim odağım şimdiye kadar hep kültür-sanat oldu. Yeni bir sanatçı, müzisyen ya da yazar keşfettiğimde ve işlerini beğendiğimde onları ön plana çıkarmak, daha çok insana ulaştırmak için sorumluluk hissediyorum. Herkesin her şeyi okuyacak, dinleyecek, izleyecek vakti yok. Kendimi yaratıcı dünya ve diğer herkes arasında bir filtre olarak görüyorum.
Aynı şekilde, bir yazarla bir makale ya da eleştiri üzerinde çalışırken de hikayenin yönü ve neye odaklandığımız -ve neyi dışarıda bıraktığımız- gibi detaylarda benzer bir süreç var. Bence iyi bir editörün sorusu hep “Şu an dünyada anlatmak istediğimiz hikaye ne?”dir. Bu yüzden büyük medya markaları için web editörü olarak çalışmak şu anda çok zor çünkü son yıllar herkes için daha çok para kazanmak adına abur cubur içerik yaratmak ile yayıncılık ahlakı arasında bir denge bulmaya çalışarak geçti. Hikayeden bir şey eksiltmeden bu paraları kazanmaya yaklaşan kuruluşlar oldu ancak bunlar New York Times, New Yorker gibi güçlü sermayelerden gelen ve zaten köklü kuruluşlar. İlerleyen yıllarda internetteki içeriğin paralı hale gelmesiyle, içeriğin yeniden yükseleceğini umuyorum. Editörlüğün yaşamıma yansıması çok içsel, kafamdaki ”iyi, kötü, ilginç”, ”Peki buradaki hikaye ne?” filtresi hep açık oluyor. Hem görsel, hem de sentaktik olarak hep hikaye arıyorum.
Dergi koleksiyonu yapıyorsun. Profesyonel geçmişinde de daha çok basılı dergiler ve bu dergiler ile gerçekleştirdiğin kolaj çalışmaları yer alıyor. Dergileri senin için bu kadar özel kılan ne?
Bence dergi hazırlamak her ay birisine çok özenilmiş, uzun bir mektup yazmak gibi ama bu mektup binlerce, bazen milyonlarca insana gidiyor. Fiziksel, elinizle tutabildiğiniz, başınızı eğerek bakabildiğiniz bir nesne olması çok özel. Okuyucuların, özellikle fanatik okurların dergilerle farklı bir ilişkisi oluyor. Bir döneme geri dönüp bakmak istediğinizde o dönemde çıkmış kitap ve gazeteler arasındaki her şeyi neredeyse dergilerde bulabiliyorsunuz. Benim dergilerle ilk ilişkilenmem Türkiye’de 90’ların Tempo’su, ve 2000’lerin başında çıkan Hey Girl ve Blue Jean’lerle oldu. Bu dergilerin yeni sayılarının o zamanlar verdiği his hala aklımda çok taze. Bence internet ve VR anlatının geleceğine dair çok inanılmaz fırsatlar sunuyor. Romanların hala çok sevilen ancak 19. yüzyıla hapsolmuş bir tür olması gibi, dergiler de 20. yüzyıla dair çok özel bir tür.
Yayıncılık, fotoğrafçılık ve Prince Sabahaddin kahvaltı projen birbiriyle nasıl besleniyor, editör olarak bu üç alanı nasıl birbirine bağlıyorsun?
Eylül 2014’te Prince Sabahaddin'e , Nylon’da çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra ara verdim. Kafamda “Bu proje bitti,” diyemiyorum. O zamandan beri dönem dönem arkadaşlarım ya da çok merak eden insanlar için sadece davetle kahvaltı hazırlıyorum. Projenin bir sonraki aşaması için doğru parçalar, sponsorluk, yeni mekan ve benden başka en az bir kişi bir araya geldiğinde kesinlikle yeniden başlamak istiyorum. Hala birçok kişinin de gelmek istediğini biliyorum çünkü bu konu hakkında her hafta yeni bir e-posta alıyorum.
Asıl soruya geri dönersek, bence Sabahaddin’in bu kadar başarılı olmasının en büyük sebeplerinden biri benim medyacı olmam. İlk gelenler hep endüstriden insanlardı. Bir de New York’ta böyle bir şey var; insanlar gizli etkinlikleri, lüksü değil ama özel şeyleri çok seviyor. Bu nedenle pop-up kahvaltı haberleri cool, medyacı bir ilk halkadan; bir çok kişiye dağıldı.
Bence yayıncılık, yazarlık, fotoğrafçılık, pop-up restoran projesi ve son iki yıldır odaklandığım kolaj işlerinde yaptığım şey hep aynı: Bir şeyi seçmek, diğerini seçmemek ve seçtiklerin üzerinden bir hikaye yazmak. Disiplinler değişirken sadece kullandığın materyal ve araç değişiyor, benim gözümde ise oluşum süreçleri birbirine çok benziyor.
Prince Sabahaddin projesini ileride başka mecralara taşıma planın var mı?
Şu anda Sabahaddin sayesinde ortaya çıkan bir kitap projesi üzerinde çalışıyorum. Bu bir yemek kitabı ve kısmen 90’ların laik İstanbul’unda büyümüş olmak ve Türkiye’deki yemek kültürü ile ilgili. Bir de şu anda başlattığım yeni bir haftalık bülten serisi var. İlhamını ve konularını Sabahaddin’le aynı coğrafyadan ve estetikten alıyor ama içerik olarak daha blogvari olacak. Bu iki proje için de çok heyecanlıyım.
İlgi alanlarını nasıl besliyorsun?
Radarlarımı açık, telefonumu uçak modunda tutmaya çalışıyorum. Bana en büyük ikilem, bir yandan bu kadar bilgiyi takip edip, bir yandan da hala iş yapabilecek kadar odaklı kalabilmek gibi geliyor. Her hafta fiziksel olarak okuduğum dergiler ve kompakt bilgi almak için üye olduğum birçok bülten var. Bu, şu anda kültür-sanatın tüm alanları için geçerli. Daha önce dünyada bu kadar çok ve anında ulaşabileceğimiz içeriğin olduğu bir dönem daha yaşanmadı, altında ezilmemek mümkün değil. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.
Şu an masanda seni bekleyen projeler neler?
Kitap ve yeni başlattığım dergivari haftalık bir e-bülten dışında, bağımsız olarak yazarlık ve editörlük yapmaya devam ediyorum. 2017’de sanatçılara ve markalara kendi ismimle medya ilişkileri için danışmanlık vermeye başladım. Bu yine heyecan duyduğum bir iş. Son çalıştığım şirkette yarı zamanlı editöryel danışmanlık vermeye devam ediyorum ve hala 212 dergisinin New York editörüyüm. Kitap ve e-bültenler şu anda en çok enerji isteyen projeler.
Çok teşekkürler Büşra!