Işık bazen kentlerde bir güç sembolü olarak kullanılıyor. Bu benim içim bir kirlilik demek. Kentte hareket eden yayanın mekandaki boşluğu hissedebileceği hacimler yaratmalıyım diye düşünüyorum.
Thierry Dreyfus'un Bastille'deki atölyesini ziyaret ettiğimde, ki randevulaşmadan fotoğraf çekmemin mümkün olamayacağı ile ilgili defalarca konuşmuştuk, bana çok cesur olduğumu söyledi. Uzun süredir herhangi bir yayına röportaj vermeyen, geçtiğimiz yüzyıldan sanat ve tasarım sahnesindeki figürleri kendine örnek alan, hala Hasselblad ile fotoğraf çeken bir profil Dreyfus.
Işıkla ilişkiniz kariyerinizin başından bugüne nasıl evrildi?
Kariyer? Hiçbir zaman bir kariyer planlamadım. Tüm ilişkilerim organik bir şekilde gelişti. Bunu çok açıkça ifade edemem. Bu bir eskizi takip etmek gibi. Bazı motifler tüm hayatınız boyunca sizi takip eder, bununla ilgili bir karar vermezsiniz. Bunlar sizin içgüdüsel dünyanızın bir parçası olur. Bir mimar, iç mimar ya da bir tasarımcıyı içeren projelerde, onların hayallerini ve vizyonlarını anlamaya çalışıyorum ve sonrasında fısıldıyorum.
Bunu kişisel imza olarak adlandırabilirim. Zaman geçtikçe her şekil ve her gölgede içgüdüsel olarak derin bir içerik buluyorum, bulmak zorundayım.
Çalışmalarınızla ilk defa karşılaşacak olan insanların keşfetmelerini, etkileşime girmelerini istediğiniz gözlemlenebiliyor.
Eğer bir yöntemim olsaydı, bu herhalde empati olurdu. Genellikle bir projeye dahil olan bütün parametreleri analiz etmeye çalışırım: İnsan ölçeği, farklı bakış açıları, hedef ve içerik. Notre Dame Katedrali gibi, insanların günlük rutinlerinde gelip geçtikleri, çalıştıkları, terk ettikleri tarihi bir yapıya dokunmanın sorumluluğunu analiz ediyorum. Bu, sonsuz bir işbirliği. Paylaşmak ekip içindeki bir amaç iken daha sonra gelecekteki kullanıcılar için de bir amaç haline geliyor.
Tüm bu parametreleri hak ettiği saygı ile sindirebilmek için, empati ve samimiyet içinde bu histeriler dünyasına ortak bir şiir yazmak gerekiyor.
Işık yerleştirmelerinin yanı sıra Wallpaper dergisine yaptığınız gibi fotoğraf çalışmaları da gerçekleştiriyorsunuz. Sanat ve fotoğraf sizi nasıl etkiliyor?
Yunancada fotoğrafın kelime anlamı ışıkla yazmak. Son 30 senedir Hasselblad 6x6 ve Roleiflex ile fotoğraf çekiyorum. Modayı da içeren neredeyse tek deneyimim; Wallpaper için gerçekleştirdiğim çekimdi. Benim için bir onurdu. Bazı fotoğraflarım asla rötuşlanmadı ve orijinal kadrajı değiştirilerek bir kitapta basılmadı.
Tarihi bir yapı ya da müzedeki bir yerleştirme, aynı zamanda tarihle de yüzleşmenin tutkulu bir halidir. Bu yapıyı nasıl keşfedilir kılarım? Yapının tarihine saygı duyarak bugünün “ruhunu” nasıl getirebilirim?
Birçok yapı gün içinde aydınlatılır. Kim güneşin hareketlerini görmezden gelebilir ki? Işık bazen kentlerde bir güç sembolü olarak kullanılıyor. Bu benim içim bir kirlilik demek. Kentte hareket eden yayanın mekandaki boşluğu hissedebileceği hacimler yaratmalıyım diye düşünüyorum.
Analog yöntemleri tercih etmeniz dijital dünyaya karşı gösterdiğiniz bir tavır mı?
Dijital dünyayı hiçbir şekilde reddetmiyorum. Fotoğraftan bahsedecek olursak, dönüp fotoğrafın ne demek olduğuna bakmak gerekir. Fotoğraf ışıktır, dijital ise piksel grafik. Bunun iyi ya da kötü olduğunu söylemem, bu başka bir şey. Dijitali kesinlikle reddetmiyorum. İnsanları çalışmalarımla buluşturmak adına teknolojiyi kullanıyorum. Reddetmek çok tuhaf olurdu herhalde.
Farklı projeler için Türkiye’de bulundunuz. Türkiye’deki yaratıcı sahne ile ilgili gözlemleriniz ne oldu?
Her birimizin bir kökeni olsa da, dünyada artık bir sınır yok. Bugüne ait çok spesifik bir Türk ya da Fransız mimarisinden bahsedemeyiz. Fransız mimarları dünyanın geri kalanıyla kıyaslarsanız, stillerinin birbirinden farklı olduğunu görürsünüz. Amerika, Avustralya, Şili’den birçok mimar dünya çapında çalışıyor. Her kültürün kökeninin, kaynağının yeterince sindirelemediği bu dünyanın halinden pişmanlık duymuyor değilim. Herkes için kültür yerine şöhretin önemli olması gibi bir durum var maalesef ki.
İstanbul’daki bazı mimarlarla çok pozitif işbirliklerim ve ilişkilerim oldu, bazılarıyla da tam tersi. İletişim konusunda ustalaşmak, ya da sadece buna takıntılı olmak, bazen mimarların yaratıcı taraflarını kurutabiliyor. Yani bu durumda ateş için yakacak bulmaları gerekebiliyor.
Ateş; yaratıcılık demek öyleyse. Bu noktada yeniden yorumlama ve kopya arasında ne düşünüyorsunuz?
Bazen kopya, orijinali kadar ilginç olabiliyor. Kopyalama daha çok yaşama, üretime ve insanlığa saygının azalması ile birlikte gelişen kültürel bir süreç. Birisi bir form geliştirdiğinde bu form ona mı ait olur? İnsanlığa saygı adına belki şöyle bir yol izlenebilir: Bu form hoşunuza gitmişse, bu kişi ile bir işbirliği için masaya oturabilirsiniz. En güzel şeyler işbirlikleri sonucu ortaya çıkar.
Hepimiz Le Corbusier hakkında konuşuyoruz. Ama Le Corbusier’in arkasında erkek kardeşi ve bir hanımefendi vardı. Bu kişiler Le Corbusier’ye dönüşüm ve şans getirdiler. Madam Charlotte Perriand harika bir kadındı. Le Corbusier’nin hepimizin bildiği sandalyesi onun değildi. Onun zamanında Madam Perriand tarafından tasarlanmıştı. Kendisi de bu ürünün Perriand’ın olduğunu iddia ediyordu.
Milano’da Flos ile gerçekleştirdiğimiz işbirliğinin lansmanını hatırlıyorum. Yüzlerce insanla konuştuk, sorularını cevapladık. İçlerinden Çinli bir kadın tasarladığım lamba için “çok akıllı” ifadesini kullandı. Akıllıdan kastettiğiniz nedir diye sordum, “Kopyalanması zor” yanıtını verdi. İşte bu başka bir dil.
Kopyalamaktan söz açılmışken, son yıllarda özellikle Orta Doğu’da yağmalanan ve kaybedilen sanat eserleri çerçevesinde kopyalama; sanat endüstrisinde önemli bir kavram haline geldi. Bu ve birçok eserin koruma amaçlı olarak üç boyutlu yazıcılar ve tarayıcılar tarafından yeniden üretilmesi söz konusu. Açılan bu başlığa ekleyecekleriniz?
Bu yeni bir tartışma değil çünkü 1870 ve 1880 yıllarında Paris’te Monuments Français isimli bir müze kuruldu. Müze, savaşlar ya da yangınlardan dolayı yıkılmak üzere olan Gotik ve Roman manastırlarının bire bir ölçekte kopyalarını yaptı. Bu kopyalar hala müzede sergileniyor. Hepsi alçıdan yapılmış kopyalar, orijinallerinin tek izi.
Resmin tarihine baktığınızda, resmin ticari bir meta olması açısından, ressam en popüler eserlerini başka koleksiyonerler için yeniden üretirdi. Bu kopyaları yapanlar ise ressamların asistanlarıydı. Özellikle 16. ve 17. yüzyıl İtalya ve Hollanda’sında… Sinan’a bakın, Sinan’ın mimarisi Osmanlı mimarisine dönüştü. Onun takipçileri de Sinan’a büyük bir saygı ile onu tekrar ettiler. Sinan’ın izinden gitmenin kendi yaratıcılıklarından değil, onun izini devam ettirmenin bir yolu olarak gördüler. Bu kopya mı? Kesinlikle hayır.
Bugün konuştuğumuz süreç tamamen farklı. Bazı insanlar kendi yaratıcılıkları üzerinden yaşıyorlar. İnternet üzerinden aldıkları ilhamla, hızlı üretim yolu ile başka birinin yaratıcılığı üzerinden hayatlarını kazanmaya çalışıyorlar. Bu durum, saygı eksikliğinden kaynaklanıyor. Tekrar resmin tarihine gelecek olursak, Rönesans dediğimiz şey nedir? Rönesansta en önemli eleman neydi? İkondan başka bir şeye geçtik. Önceleri, ressamlar din için bir şeyler yapmak zorundaydı. Din ise estetiği belirli standartlara endeksledi ve biz ona “ikon” dedik. Herkes ikonu sevdi ve ikon üretmeye başladı, ta ki rönesansa kadar. Rönesansta Rum ve Yunan sanatını yeniden keşfetmek çok yaygındı. Başka bir perspektif açtı ve ressamlar bir anda insan resmetmeye başladılar, özellikle de kadınları... Yalnız sadece İsa ve Meryem’i resmediyorlardı.
Hiç yoktan bir şey tasarladığınız oluyor mu?
Değişiyor. Sıfırdan tasarladığım şeyler de var elbette, kendim için tasarladığım, hayata gelmesini istediğim… Şu anda tasarımlarım sadece New York’taki Atelier Courbet’de sergileniyor. Bazı insanlar işlerimi satın alıyorlar, bazı mimarlar ise formumu beğeniyorlar ve bunun üzerine gidip nasıl yeni yorumlamalar yapabiliriz diye işbirliklerine girmek istiyorlar. Organik bir şekilde ilerliyor bu süreç.
Elements of Light isimli sınırlı sayıda üretilen bir aydınlatma serisi tasarladınız. Sınırlı sayıda üretilmesinin sebebi her bir parçanın kendi hikayesinin olması mı?
Sınırlı sayıda üretim, kesinlikle bir markanın malzeme ve üretim kalitesinde aşağı düşmesini engelliyor. Flos’tan sevgili arkadaşım Piero Gandini ile gerçekleştirdiğim bu deneyim, hem zarif hem de özgür olması adına tarif edilemez.
Sınırlı sayıda üretilen obje, aynı zamanda farklı malzemeler ile çalışmamı, yeni zanaatlar keşfetmemi ve dünya ile paylaşmamı sağlıyor. Belirli bir projeye orijinal bir form ekleme, adapte etme şansı veriyor, daha az obje hissi, daha çok hacim.
Tasarladığınız ışık yerleştirmelerinin kalıcı olmasını mı tercih edersiniz?
Bazı yerleştirmelerim kalıcı. Çalışmalarımın kalıcı olması ya da olmamasını tercih edemem, bu organik bir süreç. 2005 yılında Grand Palais’nin yeniden açılması ile ilgili yarışmayı kazandığım sırada burası için ürettiğim çalışmanın bir kısmı hala duruyor. Grand Palais’nin çatısını aydınlatılması, aslında benim yerleştirmemin bir parçasıydı. Bu, benim için bir lamba tasarlamak ya da bir yapıyı aydınlatmak ile eşdeğer. Her ikisi de aynı insandan aynı amaçla çıkıyor: İnsanlara hayal kurdurmak.
Bugünlerde ve yakın gelecekte ajandanızda ne var?
Çocuklarımı görmek. Projeleri bitmeden ve açıklanmadan hakkında konuşmuyorum. Benim sürecim teklif edilen her projeyi kabul etmek ya da bir projeyi bütçesel parametrelerle değerlendirmek değil, nasıl tek ve eşsiz bir harmoni yakalayabilirim süreci….