İstanbul ve Helsinki arasında
Röportaj ve Fotoğraflar: Dilek Öztürk
www.denizuner.com
Basit olan sihirlidir. Deniz, 'basit'i kendini en doğal ve iyi hissettiğin an olarak tanımlıyor. Basitlik, aynı zamanda Helsinki’de geçirdiği zaman zarfında zihninde çağrışan en önemli kavram olagelmiş.
"Basitliğin benim zihnimdeki çağrışımları Finlandiya ile çok bağlantılı. Kulağa garip gelebilir ama ormanda bir yürüyüş, sauna ve buhar, kar ve buzun kokusu, ağacın kabuğundan soyulduğunda ortaya çıkan kokular ve bunun gibi minik detaylar. “Basit” sana göre nedir dediğinde kendini en doğal ve iyi hissettiğin an diyebiliyorum."
Deniz, şu ara nelerle meşgulsün?
Ozon’da tasarım yönetimi devam ediyor. Bir yandan yan proje olarak en son “basitlik deneyleri”ni yaptım bu sene. 2015’in Kasım ayından 2016 Mart ayına kadar pazar günleri toplanıp her evde bulunabilecek çekiç ve çiviyi ana aletimiz olarak kullanarak mobilya denemeleri yaptık. Bu proje için ''Enzo Mari’nin Autoprogettazione'' (1974) çalışmasını örnek almıştık.
Tasarımın hem kültürel birikime, hem de insanların günlük yaşam algısını etkilemesine aracı olması için başlattığım bir proje bu. Bu workshoplar bir deneme-yanılma, başlangıç maiyetindeydi. Superbasicme.com ‘da bununla ilgili yazmaya başladım. İleride yapmayı planladığım devam niteliğindeki yapım atölyeleri, tartışma ya da çalıştayları; konu üzerinde dünyada benzerleri bulunan işlerin de paylaşıldığı hatta katılımcıların benzer mantıktaki projelerine yer veren bir platforma dönüştürmek istiyorum. Aynı zamanda kendi arkadaşlarımla yaptığım sohbetleri de paylaşmak istiyorum burada. Amaç tasarımı normal bir olgu, yardımcı bir araç olarak, katkıda bulunabilen ve motive eden bir unsur olarak görebilmek. Kendim için de böyle görüyorum. Birikimleri paylaşmak ana çıkış noktası.
Basitlik deneyleri atölye çalışmaları
İstanbul-Helsinki arasında gittin geldin, hem fiziksel hem teorik anlamda. Bu şehirlerden hangisi başına geldi, hangisi senin tercihindi?
İlk olarak İstanbul “basıma gelmiş” olabilir. Benim tercihim olmayan bir durum. İstanbul hepimizin her dakika “başına gelen” bir şehir ve ben bu özelliğinden dolayı da vazgeçemediğimi her geçen gün fark ediyorum. Bizi bir şeylere zorlayan bir şehir. Tezatlıklar üzerine kurulu. Hatta bazen ekstrem tezatlıklar… Bu yönüyle Helsinki’ye çok benzetiyorum. Fin kültürü de bir çok tezatlık üzerine kurulu, bunu dışarıdan algılamak zor tabii. Ben Helsinki’yi 2008’de seçtim, tam olarak yerleşmem 2010’u buldu. Öncesinde de hep gel-gitlerim olmuştu aslında. Finlandiya’daki tezatlıklar buradakinden farklı olsa da mantık olarak, iç-dış, sıcak soğuk, aşırı hassas ve yakın ama bir o kadar uzak bir grup insan, bir kültür ve mimari olması bakımından benzerlikler taşıyor.
Sauna örneğini çok seviyorum, çok sıcak bir mekandan bir anda soğuk suya geçiş... İletişim de biraz böyle, çok içten ve çok uzak. Bununla ilgili espriler var: Bir Fin sana nasılsın demez çünkü bir Fin’e “nasılsın?” dersen sana tüm gününü ve hayatını anlatmak zorunda hisseder. Başka türlüsünü de yapamayacağı ya da geçiştiremeyeceği için de susar.
Günlük yaşamda fark ettiğim başka şeyler de var. Sonuç olarak iki şehirde de yaşam farklı anlamlarda tezatlar üzerine kurulu gibime geliyor. Bu yüzden ikisi de “başıma geldi” diyebilirim çünkü ikisinde de hiç bir şey benim planladığım gibi olmadı ve bu bana çok şey kattı. İkisine de çok şey borçluyum ben.
Basitlik deneyleri atölye çalışmaları
Helsinki’nin şu anki filtrelerinin oluşmasında nasıl bir payı var?
Kesinlikle Helsinki’nin öyle bir etkisi oldu üzerimde. İlk gittiğimde tam olarak sevdiğimi de söyleyemem (2004’tü sanırım). Oraya giderken her şeyin çok daha pratik düşünce üzerine kurulu olacağını biliyordum ama günlük yaşamın bir nevi daimi tekrarlardan oluşan bir meditasyon seansı haline geleceğinden çok haberim yoktu. Hava koşulları ve iletişim koşullarının alıştığımdan farklı oluşu, bir takım koruma mekanizması yaratıyor doğal olarak. Sanıyorum geri döndüğümde insanların tepkisinden anladığım; kişisel mesafelerimin artması oldu. Daha sonuca odaklı bir kişi haline geldim. Bunun çok yararını görüyorum. İstanbul’daki yaşam ve iletişim insanın odaklarını sürekli şaşırtıyor, değiştiriyor. Ben bundan kendimi nasıl koruyacağımı keşfettim Helsinki sayesinde. Bir sabah kalkıyorsun ve kar fırtınasında otobüs beklemen, hava alanına yetişmen ya da evinden çıkabilmek için kapının önündeki bir metre karı temizlemen lazım. Dışarısı -24 derece ve senin metal atölyesinde bitirmen gereken bir sandalyen var. Bu durum, ister istemez, bazı gerçeklikleri kendi arzu ve isteklerinden ayırmayı, duygusal olarak bazı ihtiyaçlarını daha ikinci plana atıp, o anı düşünmeye ve çözüme odaklanmak zorunda bırakıyor. Finler sorumluluktan kaçan insanlar değiller ve disiplin, verdiğin sözün zamanında planladığın şekilde bitmesi çok önemli. Bizde bunlar çok farklı. Problem üstüne problem yüzünden durup düşünmek vakit kaybı gibi algılanır, ya da geçiştirilir, hep kısa çözümler vardır, sürekli konuşabileceğin birileri vardır. Çözümden kaçıyoruz hep. Zor olanı başardığımı düşünüyorum kendi adıma. Bunu anladım en azından, mutluyum.
Web sitenin adı superbasic me. “Basic is magic” diyorsun. Basit neden sihirli?
Bu hem eğitimin süresinde yaşadığım bazı “aydınlanma” anlarına bir gönderme, hem de benim için motivasyon amaçlı bir motto. Basit olan gerçekten sihirli çünkü hayatı zorlaştırmak yerine kolaylaştıran ve zihni rahatlatan bir etkisi var. Huzur veriyor, mutlu ediyor. Bu yüzden basit çözümlerde sevindiren sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Neden bu kadar sihirli bilmiyorum. İstanbul bizi çok yorduğundan olabilir. Basitliğin benim zihnimdeki çağrışımları Finlandiya ile çok bağlantılı. Finler kaçıp saklanan insanlar. İskandinavlar onlara “orman insanı” diyor. Benim için de böyle idi. İstanbul’dan kaçmak, saklanmak, yenilenmek. Kulağa garip gelebilir ama ormanda bir yürüyüş, sauna ve buhar, kar ve buzun kokusu, ağacın kabuğundan soyulduğunda ortaya çıkan kokular ve bunun gibi minik detaylar. “Basit” sana göre nedir dediğinde, kendini en doğal ve iyi hissettiğin an olarak tanımlayabiliyorum. Fin arkadaşlarım da benzer şeyler söylüyorlar. Mesela sauna esnasında cildi canlandırmak ve pembeleştirmek için bir bitki (vihta) ile vurulur (bizdeki karşılığı keselenmek gibi oluyor) bir arkadaşım 'basitlik benim için bu an' dedi. Bu tür özel anları kaybediyoruz, dikkatimizi sürekli yeni şeyler ile dağıtıyoruz. Basit ve doğal anların önemini vurgulamak istiyorum, bu yüzden “basic is magic”.
Basitlik Deneyleri Atölyeleri ile aslında hayata da nasıl baktığını anlatıyorsun sanırım.
İster istemez, tabii ki. Bana yardımcı olduğu kadar başkalarına da yardımcı oluyor. “Ay ben yapamam” fikrini kırabilmek istiyorum. Herkes her zaman elinin altında bulunabilecek temel aletler ile bir şeyler yapabilir. Yaşadığımız süreçte tasarımcının “her zaman en son sözü söyleyen kişi” olma durumu değişiyor. Mari’nin dediği gibi, “tasarım" bir düşünme biçimi, aktarılabildiği kadar “tasarım”. Algılanamadığı bir coğrafyada değer görmüyor doğal olarak. Etiket yada şeklen imrenilen bir hale geliyor. Tasarımın statü göstergesi olma durumu kadar “yoksunluk” ve “tembellik” ten çıkartarak “her şey mümkün” dedirtebilecek bir tarafı da var, bunu daha çok hatırlamalıyız. “Sınır” dediğimiz tüm noktalar kendi kendimize koyduğumuz, bazen de çevrenin bize dayattığı şeyler aslında. Bunların farkında olmak kadar bunların nasıl üstesinden gelinebileceğini pratik olarak keşfetmek çok önemli. Her zaman konuşarak sonuca varamayız, bu en kolayı zaten. Hatalı da olsa sonuca varmak eğitici bir serüven aslında. Bunu insanlarla beraber deneyimlemek çok keyifli. Hepimizin özel tarafları var. Birbirimize anlatalım, birlikte öğrenelim istiyorum ben.
Basitleştirme / kişiselleştirme kavramlarını tasarım pratiğinde açmak, uygulamak ve bunu kolektif bir tavır ile yapma taraftarısın. Bu atölye serisini açık kaynak ve paylaşım çağının neresinde görüyorsun?
İnsan unutan bir varlık. Kişisel çıkarımlarımızı pratik eylemlerle daha kalıcı öğrenimlere dönüştürdüğümüzü düşünüyorum. Türkiye’deki teori tabanlı eğitimin de bu unutkanlık ve şekilciliği doğurduğu kanısındayım. Belli imkanlar var, yok değil, imkan yaratılan bir şey. Önemli olan zamanı iyi kullanabilmek. Zaman tanımak, vakit harcamak, uğraşmak ve bunu kolektif bir hale getirebilmek. Benim öngörülerim maalesef karamsar ama bunun üzerinde çalışıyorum, hep yeniden keşfedeceğiz ve her seferinde biraz daha farklı olacak o kadar. “Same but different” adında başka bir projem daha olacak tam da bunun ile ilgili.
İstanbul’a dönüş hikayen?
İstanbul’a hep kaçıyordum. Sonuncusu kalıcı oldu çünkü bazı şeyleri inşa etme zamanımın geldiğini düşündüm. Bunu başka bir yerde yapamazdım. Aalto’da 50 den fazla ülkeden çok tatlı insanlar ile tanışma ve ortak çalışma şansına sahip oldum. Çok değerli arkadaşlıklarım oldu, hala da görüşüyorum. Mezun olduğumuzda hemen hemen çoğumuz kendi ülkelerimize geri döndük gibi. Onları buraya çağırmak ortak düşüncelerimizi belki de uluslararası bir komünite haline çevirebilmek gibi hayalim var.
İstanbul’dan aldıkların? İstanbul’un senden aldıkları?
İstanbul benim zamanımı alıyor. Dikkatimi ondan kaçırmaya çalışıyorum ama bu imkansız gibi. Onun renklerinden, değişken yapısından, tarihinden, eski ve yeniyi içinde barındırmasından, yoğunluğundan hatta bazen karmaşasından ilham alıyorum.
Seyahat etme alışkanlığın nasıl? İş mi seni yönlendirir, spontane mi gelişir seyahatlerin?
Genelde iş odaklı evet. Keyifli anlarımı daha çok evimde ve iç dünyamda bulduğumu söyleyebilirim. Keyif almak benim için çok kişisel bir alan. Seyahat bunun sadece bir parçası olabilir. Oradan aldıklarım, onları nasıl sindirebildiğim ise bana kalacak olan ve asıl keyif aldığım şey oluyor.
Senin İstanbul'un?
Benim İstanbul'da kendimi rahat hissettiğim yerler, özellikle tek başıma keyif aldığım yerler. Net söyleyebilirim ki karışık yerleri çok sevmiyorum. Kendine has bir özelliği olan sakin ve mütevazi yerleri tercih ediyorum. Jasper Morrison'un bir söylemi var bu durum ile ilgili, "Supernormal" adlı kitabındaki sohbetlerinde, tasarımcıların tasarım mekanlarda bulunmaktan hoşnut olmaması ile ilgili olarak; çok fazla tasarlanmış yerlerden ziyade daha lokal ve doğal bir hissi olan mobilyalardan oluşan mekanlarda daha iyi hissetiğini söyler. Büyük babasına ait bir koltuk ve bu koltuğun bulunduğu odanın üzerindeki etkisini anlatır. Kafe örneğinde ben de aynı hisleri paylaşıyorum; görsel olarak çok yüklü mekanları sıkıcı buluyorum. Mekan ismi vermeyi pek tercih etmem çünkü hep değişiyor ama her ne hizmet veriliyorsa, belirli bir özen, itina, zarafet, ustalık ve doğallık hissettiğim her yerde vakit geçirmekten hoşlanabilirim. Saptama yapacak olursam eski mekanlar olduğunu söyleyebilirim, ya da eski ve yeniyi ustalıkla harmanlayabilmiş. Rumeli ve Anadoluhisarı, Karaköy ve Beyoğlu, Kadıköy favorilerim arasında.