In-Between Tasarım Platformu Spotlight + Podcast serisi yeni sezonunda United Colors of Benetton işbirliği ile yaratıcı genç profillerle birbirimize ve dünyamıza daha iyi davranmanın yollarını arıyor. Spotlight X Benetton işbirliği kapsamındaki dördüncü konuğumuz ‘Renk’ teması kapsamında fotoğrafçı Beste Zeybel.
Seni tanıyalım. Fotoğrafa olan tutkunu nasıl keşfettin?
Fotoğrafa olan tutkum çok küçük yaşta başladı. 15 yaşımdayken dedem Rus yapımı bir Zenit fotoğraf makinası hediye etmişti bana. Ardından Güzel Sanatlar Lisesi resim bölümünü kazanmamla beraber kendimi işin içinde buldum. Lise yıllarım boyunca hep fotoğraf çektim. Üniversitede de Güzel Sanatlar Grafik Tasarım bölümüne girdim. Benim fotoğraflarımın içinde grafik öğeler hep vardır. Bunun temelinde resim ve grafik eğitimim var.
Fotoğraflarda kullandığın stil hem çok sade hem de çok etkileyici. Setleri nasıl kurguluyorsun ve kuruyorsun? Çekim öncesi süreçten bahseder misin?
Fotoğrafçılığa başlamadan önce 7 sene art direktör olarak reklam ajanslarında çalıştım. Oradaki tüm görsel bilgi birikimim ve müşteri iletişimim çekim öncesinde bir araya geliyor. Müşterinin isteklerini dinleyerek başlıyorum. Sonrasında mutlaka bir moodboard çalışması yapıyorum. Markanın ruhuna göre bazen toprak tonlarını ve ışığı kullanabiliyorum. Bazen de çok renkli ve canlı bir dünya kurup pleksi gibi malzemeleri dahil ediyorum. Geometrik formları kullanmak veya renkle bir şeyi ayrıştırmak çok çarpıcı bir etki yaratıyor. Markanın dünyasına uygun malzemeler seçmek belirleyici bir özellik. Mutlaka çekimin dünyası ile ilgili renkleri de kafamda kurgulamış oluyorum önceden. Sette hepimizi heyecanlandıran şey, çekerken photoshop’ta kurgulayarak çekmem oluyor. Farklı açılardan çekilmiş kareleri yan yana koyup renklere bakmak setin dinamiğini arttırıyor.
Renk senin için ne ifade ediyor?
Renk beni en heyecanlandıran ve bu işe en çok bağlayan şey. Büyük bir tutkuyla yapıyorum bu işi. Kurguladığım dünyalar ve renkler bazen çekim sonrası eve geldiğimde gözümün önüne geliyor. Senelerdir bu işi yapmama rağmen, renk beni her çekimde heyecanlandırıyor ve hiç sıkılmıyorum.
Projeyi tasarlarken markalar ile iletişimin nasıl oluyor?
Art direktörlükten sonra işe reklam fotoğrafçısı olarak başlamıştım. Çok farklı dünyalar çekme fırsatım oldu bu sürede. Dolayısıyla çok çeşitli dünyalar kurgulayabiliyorum markalar için. Tek bir tarzım yok. Markanın isteklerine göre o dünyanın içine girebiliyorum. Bazen ajanslar önceden belirleyebiliyor dünyayı. Bazen de marka benden bir dünya kurmamı isteyebiliyor. O zaman da birlikte çalışarak oluşturuyoruz süreci. Çok baskın olmamaya çalışıyorum bu konuda. Markanın isteklerini çok iyi anlayıp hedef kitleye göre üretim yapmak çok daha sağlıklı oluyor. Bu konuda çok uyumlu çalışıyorum. Alametifarika’da çalıştığım yıllardan edindiğim bu iletişim biçimi işimi çok kolaylaştırdı.
Üretimlerinde nelerden ilham alıyorsun? Takip ettiğin fotoğrafçılardan birkaçını bizimle paylaşır mısın?
Viviane Sassen, Hollandalı fotoğrafçı, hayranlıkla takip ettiğim bir isim. Tim Walker’ın kurduğu dünyaları çok severim. Tabiiki David Bailey’nin portrelerini ve ışığını çok beğeniyorum. Bunların dışında yönetmenler bende çok etki bırakıyor. Tarsem benim için önemli bir yönetmen. Üniversite yıllarımda izlediğim “The Cell” ve “The Fall” şu an çektiğim fotoğraf dünyalarında çok belirleyici filmler.
Fotoğraf tutkusunu mesleğine dönüştürmek isteyen birine neler önerirsin?
İyi bir asistanlık süreci geçirmelerini ve sürekli proje üretmelerini öneririm. Bir dünya kurup, bir an yakalayıp onu seri halinde yapmalarını, kompozisyonlar oluşturmalarını öneririm. Tabii ki bir de çok araştırmak ve çok fotoğraf bakmak önemli.
Fotoğraflarını kurguladığın sürede etrafındaki nesnelere bakışın değişiyor mu?
Makineyi elime alıp çekmeye başladıktan sonra başka biri oluyorum. Farklı görmeye başlıyorum. Fotoğraf çekmeye başladıktan sonraki dakikalar çok ayrı bir dinamik. Hatta bıraktıktan sonra boyut değiştirdiğimi hissediyorum. Normalde böyle değilim. Ama bazen çok fotoğraf çektiğim dönemlerde gördüğüm şeylere farklı bakıyorum.
Birbirimize ve dünyamıza daha iyi davranmak için önerilerini bizimle paylaşır mısın?
Birbirimize karşı empati, doğaya karşı da saygı duyarsak sanki her şey daha güzel olur. Hangi dil, din, ırktan olursak olalım empati kurabildiğimizde yükümüz biraz daha azalır, hayatımız biraz daha hafifler. Doğaya saygı duymalıyız. Doğa bizimle konuşuyor.
Son olarak, gelecek planlarından bahseder misin?
Londra’ya gitme planım var. Fotoğtaf anlamında, kendime bir şeyler çekmek, proje üretmek istiyorum. Pandeminin başında bir sergi açmıştım. Onu geliştirmek ve işin sanat tarafını biraz daha yoğunlaştırmak istiyorum.
Röportaj&Podcast: Özge Adanır